Kırmızı Pazartesi – Gabriel García Márquez

Kırmızı Pazartesi – Gabriel García Márquez

Sanırım Terry Eagleton’ın dı, bir laf vardır: “Gerçekçiliğin en önemli özelliği gerçekçi olmamasıdır.”. Tam böyle miydi tabi hatırlamıyorum ama anlamı buydu en azından. Kurgu, gerçek hayattan farklı olarak gerçeği kesip biçmek, anlatmak istediklerini öne çıkarmak ve öyküyü ilerletmek amacıyla bazı tesadüfleri devreye sokmak zorundadır. Biz okurlar olarak şanslı ya da yeterince dikkatliysek bunları yakalarız. Bazısı son derece yerinde ve zevklidir. Neticede kurgu okuduğumuz bilir ve bunu bekleriz. Fakat yazar abartarak öyküyü gitmesini istediği yöne doğru ilerletecek tesadüfleri bir zincir oluşturacak şekilde art arda dizerse ya da sıkışan kurgusunun önünü sıklıkla şanslı tesadüflere dayanarak açmaya davranırsa bunu hemen sezer ve rahatsızlık duyarız. Olasılığı küçük de olsa var olan ama arkasında sihirli bir el varmış gibi duran bir akışı sıkıcı ve yetkinlikten uzak buluruz. En kaderci olanımız dahi, söz konusu edebiyat olunca nedenlere, açıklamalara ihtiyaç duyar ve okumanın bir yerinde bize sihir olarak görünen bir durumun kitap bitmeden açıklığa kavuşmasını umarız.

Fakat burada anlatıldığı gibi, gerçek hayatta böyle bir şey olduğunda şaşkınlık ve huzursuzluk duygusu bizi sarar. Zira, suçlayabileceğimiz bir yazar yoktur. Her nasılsa işler böyle gelişmiş ve sonuçlanmıştır. Sonradan üstüne düşündüğümüzde, felakete giden ipuçlarını görürüz belki ama bunlar ya olay olmadan önce üzerinde düşünmeyi tercih etmeyeceğimiz ölçüde bir muğlaklık taşırlar ya da bizzat biz seyirci rolü oynamakta ısrar ederiz. Kazalar genelde böyledir. Olduktan sonra, aslında basit önlemlerle önlenebileceğini gördüğümüz, çeşitli ihmallerin eseri olan ve kurbanlarına sırf bu yüzden bir kat daha acıdığımız kazalar hemen her gün defalarca olmaktadır. Biz izleyenler her zaman suçluyu, ihmalkar olanı parmakla göstermek, lanetlemek ve cezalandırmak isteriz. Başka bir çok durumda kendimizin de aynı derecede ihmalkar olduğumuzu bile bile hem de…

Hani bazen “Zaytung haberi sandım” dediğimiz olayları duyarız ya, işte Marquez bize aynı böyle bir olayı aktarmıştır. Gerçek olduğunu bilmesek parodi diyeceğimiz ama gerçek bir olay. Fakat yazar tarafından bu olayın öyküye dökülmesi kesinlikle sonradan kazanılmış bir bilgelikle olanlara bir açıklama getirme ya da sosyolojik bir değerlendirme havası taşımıyor. Marquez bundan bahsetmek için 30 yıl beklemiş. 30 yıl sonra, olayın anlatıcısı olan Santiago’nun arkadaşı ile Marquez aynı duyguya sahipler: devam eden bir şaşkınlık, halen olanlara inanamama hali.

Bu durumun tek bir cevabı olabileceğini sanmıyorum. Zaten işin içinden çıkılamamasının sebebi de bu. Göz önündeki bıçaklara rağmen insanların bir kısmının ciddiye almaması, Pedro ve Pablo’nun bunu yapacak karakterde insanlar olmamaları ve olay olana kadar da içten içe kararsızlık yaşamaları, ama işte bu namus belası, hemen herkesin bu felaketi önleyecek güçte olup fakat öğrenilmiş çaresizlik ile ellerinden bir şey gelmeyeceği duygusuna teslim olması ve daha olmamış olayı maç izler gibi izlemeye toplanmaları ve bir kaç kişinin bu cinayeti özellikle istemeleri. Bizdeki deyimle, topluluğun “basireti bağlanmış”.

Bu arada halk arasındaki yarı yarıya açık edilen bir ayrışmaya da dikkat çekmek gerekir. Yerliler ve bölgeye sonradan yerleşen Araplar arasında üstünde çok durulmayan bir gerilim mevcut. Pedro ve Pablo cinayetten sonra açıkça Arapların öfkesine hedef olacaklarını düşünüyor, hatta onları hücrede diri diri yakmaya kalkışacakları gibi aşırı derecede şiddet içeren bir intikamı bekliyorlar. Polis komiseri ya da belediye başkanı, kapı kapı Arapları gezerek, aman olayı büyütmeyelim tarzı ricada bulunuyor. Bu da iki topluluk arasında ilk başta gözle pek görülmeyen (hatta anlatıcının da olmadığını iddia ettiği) bir gerilimin varlığını ortaya koyuyor. Böyle kritik anlarda bu gerilimin şiddete dönüşebileceği yönünde bir algı da var. Hatta Angela’nın Santiago’yu suçlamasında dahi bu ayrışmanın etkisi olabileceğini düşünüyorum. Zira, anlatıcının deyimiyle Angela’nın diline “birbirine karıştırılabilecek isimlerin” arasından Santiago “geliveriyor”. Kendinden olmayanı suçlamak vicdani olarak daha kolaydır.

Kitabın orijinal ismi “Crónica de una muerte anunciada”. İngilizce’ye doğru şekilde “Chronicle of a Death Foretold” olarak çevrilmiş. Yani “anons edilmiş”, herkes tarafından olacağı bilinen bir ölümün kroniği, öyküsü. İçeriğini bu kadar açık eden bir ismin yerine kim “Kırmızı Pazartesi” gibi bir isim uydurmuş anlamadım.

Yorum bırakın