Tarasconlu Tartarin

Bazı kitapları okuduktan sonra insanın içinde o kitap hakkında bir yazma isteği olmayabiliyor. Bu bana daha çok onlardan ne beklediğimi gayet iyi bildiğim tür romanlarında olmakla birlikte edebî romanlarda da aynı duyguyu yaşayabiliyorum. Özellikle de eser “büyük” bir roman ise…

Tarasconlu Tartarin – Alphonse Daudet

Bunu yaşamamda sanırım benim yapacağım herhagi bir çıkarımın eserin büyüklüğüne, derinliğine benden daha çok girebilmiş “gerçek” bir edebiyatseverin gözüne gülünç görüneceğinden çekinmem de rol oynasa da, esas sebep bu eserlerin zenginliği ve katmanlarının çeşitliliği yüzünden nereden başlayacağımı bilememem sanırım. Kilitlenip kalıyor, zihnimde beliren imgelerden ve anlamlardan oluşan bir yığının içinde adeta felç geçiriyorum. Biliyorum, bu felçten kurtulmanın yolu da bir ucundan tutup yazmaya başlamak. Ne yazık ki, bu her zaman mümkün olmuyor.

Fakat Tarasconlu Tartarin böyle bir roman değil. Ne katman katman insan psikolojisinin derinliklerini araştırıyor, ne de gözümüzün önüne tüm bir Provence ve Cezayir coğrafyasını serecek detaylı ve derin tasvirler içeriyor. Fakat Alphonse Daudet’nin okuduğum diğer üç kitabı, Değirmenimden Mektuplar, Jack ve Sapho‘daki gibi temiz bir anlatıma, insanın duygularına işleyecek denli saf düşünceli ve karakterli tiplere, ve bu kitaplarında zaman zaman kullandığından çok daha fazla bir alaycı üsluba sahip. Yarattığı kırsal, masalsı atmosfer ve içerdiği naif karakterler açısından Paris’te geçen Sapho ve Jack romanlarına nazaran Değirmenimen Mektuplar‘a çok daha yakın.

Alaycılığı ile nelere dokunmuyor ki! Don Kişot benzetmesiyle 18. ve 19. yüzyılların egzotik doğu hayallerinin resmedildiği romantik serüven romanları, tüm bu egzotik atmosferle dalga geçercesine betimlediği çürümüş, yozlaşmış, sıradan, son derece fakir ve pis Cezayir, içinde Tör (Tartarin’in deyişiyle Türk!) kalmamış Tör ülkesi, Fransızların bu ülkedeki sarhoş ve her türden düşkünlüğe meyleden varoluşları, işte bu Fransızların tüm kötü yönlerini aktararak doğululuları uygarlaştırdıklarını zannetmeleri, halk açlıktan kırılırken sefalet içinde yaşarken gününü gün eden aşiret reisleri, “Kahraman Yatağı Tarascon” üzerinden Fransızların sürekli ve anlamsız bir şekilde kendileriyle böbürlenmeleri hali (bakınız bizde “Yiğidin harman olduğu yer”), ancak kahramanlıklarının ancak tüfekle şapka vurmaya elveren sıkıcı bir yaşam yüzünden bir türlü ortaya çıkamaması, insanı sürekli yalan söylemeye ve abartmaya sevkeden Provence güneşi, ve daha neler neler!

Göndermelerin ve alayların çoğu 19. yüzyılın Fransa ve Cezayir’i ile alakalı da olsa, her iyi hicivde olduğu gibi, bu durum yazarın müthiş ironisinden keyif almamızı engellemiyor. Tüm bunlara bir de karikatür gibi bir kahramanı, Tartarin’i ve onun, Daudet‘nin hicvettiği serüven romanlarındakileri andıran ama son derece farklı gelişen ve sonlanan macerasını eklediniz mi, Provence ve Cezayir güneşi gibi sıcak ve ağaç gölgesinde yatarmış gibi bir keyif uyandıran bu öyküyü sevmemek zor.