Madame Bovary – Gustave Flaubert

Madame Bovary – Gustave Flaubert

Madame Bovary okurken oldukça trajik, ama sonradan üstüne düşününce Flaubert’in nasıl matrak hamleler yaptığını farkedip hem gülümsediğiniz hem de yazarına şapka çıkardığınız bir eser. Sanırım bu kadar ünlenmesinin sebeplerinden biri de budur. Peki Flaubert neyle kafa buluyor? Bir keresinde nefret ettiğini söylediği Romantizm ile. Nefret ettiğini söylediği bir diğer şey, kasaba burjuvazisi da bu kitapta yerini almış. Böylece Flaubert bir kitapla iki baş yarmış gibi duruyor.

Romantik öykülerin ve romanların tüketicisi olan çiftlik kızı Emma çok büyük bir hata yapar: kendini kitaplardaki kahramanlar ile özdeşleştirir ve zihinsel bedenini kitapların dünyasının içine atıp o düş ve kurgu aleminde dolaştığını hayal eder. Elbette sadece bu kadarını yapsaydı bu durum bir problem teşkil etmez, bu fantaziler hayatındaki güzel zevklerden biri olurdu. Hem, bu kadarını kim yapmaz ki!

Emma’nın problemi bu düş dünyasını gerçekliğe bir alternatif olarak görmesi, o dünyada yaşanan hayatların gerçekle bir paralelliği olabileceğini düşünmesi ve gerçek hayattan beklentilerini buna göre şekillendirmesiyle başlar. Sürekli olarak kendi hayatıyla romanlarda yaşananları karşılaştırması onda devamlı bir tatminsizlik duygusu yaratır. Ne de olsa bu romanların kahramanları zengin veya nihayetinde zengin bir kocaya kavuşan, süslü hayatlar ve fırtınalı aşklar yaşayan kadınlardır. Taşrada geçen kendi orta halli yaşamı bu kurgu hayatlara bir tezat oluşturur ve bu tezatı aşmak için sürekli Paris dergilerini karıştırıp sosyete hayatını sanki içlerindeymiş gibi yakından takip etmesi kendisini her gün biraz daha mutsuzluğa sürükler. Paris sosyetesine özenip savurganca harcadığı parasıyla yaptırdığı kıyafetlerin etekleriyle ortama hiç de uygun olmayan topuklu ayakkabılarının çamurla kaplanması üstünden Flaubert bu karşıtlığı çok komik bir biçimde vurgulamıştır.

Flaubert bu trajikomiği kullanarak yarattığı mizaha, romantiği alaya almaya, başka yerlerde de başvurur. Örneğin, Yonville’e ilk geldikleri akşam otelde yemek yerken Leon ile Emma’nın kitaplar üzerine sohbetini ele alacak olursak, ikilinin hayal dünyasına vurgu yapan, romanları öven ve aralarındaki etkileşimin ilk kıvılcımını taşıyan diyaloğu düpedüz verilmez. Flaubert tam da burada onların romantik sohbetinin arasına Charles Bovary ile Mösyö Homais’nin sıradan sohbetini sokarak bu romantizmin oldukça sıradan kalmasını, kendisine aşırı odaklanılmış ve coşkun bir noktaya gitmemesini, ve gerçekliğin içine yedirilmesini sağlar.

Daha da eğlenceli olanı Rodolphe’un Emma’ya ilan-ı aşk ettiği sahnedir. O gün köylü festivali de vardır ve etraf kalabalığın uğultusu, kürsüden, politikacı olmanın gereği olarak, son derece anlamsız sözler eden konuşmacıların bağırtısı ve yarışmaya getirilmiş çiftlik hayvanlarının böğürmeleri ile doludur. İşte Emma son derece romantik(!) aşk itirafını bu sahnede alır. Rodolphe’un ince sözlerinin arasına ödül kazanan köylülerle ilgili anonslar ve inek sesleri karışır. Hayatının romanlardaki gibi olmasını arzulayan, bu sebeple de evliliğinin sıradanlığını kocasını aldatarak ve o istediği fırtınalı aşkı yaşamaya çalışarak aşmayı arzulayan Emma için içinde bulunduğu ortamın gerçeğinden bir an olsun kaçmak mümkün görünmemektedir. Hem bu hem de Leon ile olan sahnede Flaubert diyalogları gerçekten bölerek, karşıt atmosferleri, duygu yüklü olması beklenen anlar ile gündelik hayatın seslerini sayfada birbirinin içine fiziksel olarak sokarak bu etkiyi sağlar.

Bu iki örnekle Flaubert iki şeyi başarır: hem Emma’nın arzularının imkansızlığını göstermeyi, hem de romantizmi alaya alarak anlamsızlaştırmayı. Flaubert bunu aynı zamanda Emma’nın aşkları üzerinden de yapar. Romanlardaki erkekler her daim aşık, para problemleri olmayan, olsa da çözen, aşkını her zaman hayatının ilk önceliği olarak gören, kadını için her şeyi yapan, cesur ve kahramandırlar. Oysa Leon daha bir çocuktur. Etrafındaki dostları kendi gibi katipler ve onlarla beraber vakit geçirdikleri fahişelerdir (Emma bunlarla tanışacak ve iğrenecektir). Leon bir kadının tutunacağı değil, kendisi henüz tutunmak isteyen biridir. Emma bu çevresinden çok farklıdır. Olgundur, çok güzeldir ve şehirli kadınlar gibi giyinir. Leon onu bir sınıf atlama aracı gibi görür; onun üstünden kendini değerli hisseder. Zamanla patronunun ve annesinin etkisinde kalarak onunla ilişkisini kesmek zorunda kalır.

Rodolphe ise bildiğimiz çapkındır. İstekleri duygusal olmaktan ziyade fizikseldir. Emma onun zenginliğine ve hoş sözlerine, her ne kadar inek sesleri arasında da olsa, vurulmakta hiç zorlanmaz. Emma her sabah, kimsenin kalkmadığı bir saatte evden çıkarak Rodolphe’un malikanesine gider ve sevişirler. Fakat Rodolphe tam da birlikte İtalya’ya kaçacakları zaman bir gün öncesinden bir mektup yazarak ortadan kaybolur. Bu Emma’yı o kadar vurur ki, hastalanıp yataklara düşer. İyileşince de kendini dine verir. Üstelik bu iki erkek de Emma’nın en çok ihtiyaç duyduğu bir anda, onun romantik hayallerinden son derece uzak biçimde ve tam bir korkaklık örneği sergileyerek para konusunda yardımda bulunmaktan imtina ederler. 

Eğer bu romanı salt bir aşk romanı gibi okursanız, ki bunun için hiç de doğru bir seçim değildir, Emma’nın şanssızlığının sevmediği biriyle evlenmek (o dönemde boşanma yasaktır) ve yasak aşk yaşamak için yanlış erkeklere rast gelmiş olmak olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat, onun Leon ile ilişkisinin ilerleyen dönemlerinde vurgulandığı gibi, tensel ve duygusal hazzın ateşi sönmeye başlayınca, Emma haftalık buluşmalarından arta kalan zamanda giderek sadece kendi zihninde yaşattığı Leon’u düşlemekten zevk almaya başlar. Leon’un yanına gittiğinde ise bu heyecanı duyamamaktadır. Hatta ilişkileri düzenli bir evlilik hayatına benzemeye başlamıştır. Heyecan duymadığı hiçbir şeyi sevmediğini bildiğimiz Emma gerçek Leon’dan ziyade kafasındaki roman kahramanı Leon’a tutunur. Zira heyecan vermeyi sürdüren odur. Burada Leon gerçek insan hüviyetinden kopmuş, Emma’nın kurgusal kişiliklerinin bir yansıması durumuna indirgenmiştir. 

Emma beyaz atlı prensini bekleyen basit bir kızdır. Lükse, zenginliğe ve şimdiye kadar bahsettiğimiz gibi aşka büyük tutkusu vardır. Daimi mutluluğun, saadetin bunlarda olduğunu düşünür. Burada anahtar kelime bana kalırsa mutluluktur. Onun asıl aradığı budur ve Rodolphe yüzünden yaşadığı derin mutsuzluğa çare olarak geçici de olsa dine yönelmesi bunun kanıtıdır. Belki de yanlış yolda olduğunu, asıl saadetin burada olduğunu düşünür. Fakat, her şeyi uçlarda yaşayan karakterinin gereği olarak bunda da işi tam sofuluğa kadar götürür. Dine aslında pek meraklı olmadığından, onun da derdine derman olmadığı belli olunca, bırakması da başlaması kadar ani olur. Neticede, Emma’yı bir bakıma yanlış yönlendirenin, mutluluğun bunlarda olduğunu iddia eden romanlar olduğu öne sürülebilir. Hatta Charles’ın annesi, yaşlı Madame Bovary tarafından bu da açıkça dile getirilir. Fakat, romanın sonuna doğru, Emma’nın da dediği gibi, hiçbir suçlu aranmamalıdır ve her şey kendi seçimidir. Burada Flaubert’in özgür irade ile determinizm arasında cevabını okura bıraktığı küçük bir soru ortaya attığını farkederiz.

Kitaptaki diğer bir tema kasaba burjuvaları, onların çıkarcılığı, kendilerini geliştirmek için en ufak bir istek duymamaları, biraz bilgi edinenlerinin dahi bunu yüzeysel ve Homais gibi ufak menfaatler uğruna yapmaları, cahillikleri, paradan ve toplumsal statüden başka hiçbir şeye değer vermeyen acınası durumları, göstermelik dindarlıkları ve hiçbir sonuca varmayan, hiçbir anlamı ve hayata katkısı olmayan uğraşlarıdır. Kitaptaki her karakter, Emma dahil, bu sınıfa dahildir (Tefeciyle pazarlığa oturunca Emma’nın içindeki halis pazarlıkçı kasabalı ortaya çıkar). Flaubert’in bunlardan nefret ettiğini söylemiştim. Bu konuda haklı ve tutarlı olabilir, zira kendisi de Rouen’li olup bu ortamı gayet iyi tanımaktadır. Flaubert Emma’nın kaderinde bu ortamın da payı olduğunu okuyucuya hissettirir. Ne de olsa, her şey Lheureux’nun acımasız paragözlüğü ve Emma’nın lüks tutkusunu sömürmesi yüzünden meydana gelmiş gibi durmaktadır. Fakat, dediğim gibi Emma’nın kaderinin sorumlusu hakkında yargıya varılmadan okurun takdirine bırakılmıştır. 

Kitapla ilgili davalık olması gibi genel geçer bilgileri vermeye gerek olmadığını düşünüyorum. Kitabın önemine dair etkileri yoktur. Bunlara isteyen basit bir aramayla ulaşabilir. Asıl önemli olan son derece karmaşık, tüm çelişkileriyle birlikte başarılı oluşturulmuş Emma karakteri ile yazarın asla yargılamayan duruşudur. Bu duruşla Gustave Flaubert kendinden sonraki edebiyat için bir ilk olmuş ve modern romanı doğurmuştur.

Yine de bir romanı sanatsal açıdan taşıdığı önemle değerlendirme taraftarı değilim. Bunları bilmek genel kültür açısından faydalı olabilir, yeri gelirse ortamlarda ukalalık edebilirsiniz. Fakat asıl zevk eserin kendisinden alınan haz olmalıdır. Burada vakit öldürmek için son derece boş kitapların da okunabileceğini savunduğum düşünülmesin. Bir sanat eseri diğer insanlar için yaratılır ve bir fikrin ifadesidir. İnsan bir eseri kah okuyarak, kah izleyerek, kah dinleyerek yaşadığında daha önce olduğundan biraz da olsa farklılaşmış olmalıdır. Bunu da o ifadenin ne derece ustaca aktarıldığı belirler. Hazzı doğuran da bu ustalıktır.