Biz (Mıy) – Yevgeni Zamyatin

Biz – Yevgeni Zamyatin

Biz, Rus yazar Yevgeni Zamyatin tarafından 1920-21 yıllarında kaleme alınmış, ardından gelen distopya yazınını derinden etkilemiş, hatta bazılarının doğrudan kendisinden kopya çektikleri görüşüyle suçlanmalarına da neden olmuş, hem gelecek öngörüsü, hem de edebi üslubu açısından son derece sürükleyici ve günümüz toplumunun durumu açısından insanı düşünmeye sevk eden bir romandır.

Romandaki olaylar çoğu kaynağa göre 27. yüzyılda geçse de bu konuda tam bir fikir birliği yoktur. Zira, bazı kaynaklar romanın evrenini Ekim devriminden bin yıl sonrasına adresler. Neticede bunun çok da önemi yoktur. Asıl önemli olan bir devrimin gerçekleşmiş ve üzerinden uzun bir zaman geçmiş olmasıdır.

Buradaki kilit olay, iki yüzyıl savaşları adı verilen uzun bir savaş döneminin sonunda dünyada Tek Devlet adı verilen yeni bir devlet kurulmuş olmasıdır. Kitaptaki olaylar da bu devletin kuruluşundan bir kaç asır sonrasında geçmektedir.

Roman bu devletin bir parçası olan esas kahramanımız D-503’ün kişisel notlarından oluşur. D-503 Integral adı verilen bir uzay gemisinin inşasından sorumlu baş mühendistir. Bu gemi uzaya çıkacak ve ulaştığı kültürlere Tek Devlet sisteminin güzelliğini(!) götürecektir. Bu amaçla, devlet yeteneği olan herkesten gemiye konabilecek şiirler ya da notlar yazmalarını ister. D-503 de henüz kim olduklarını bilmediği gelecekteki okurları için bu notları tutmaya ve Tek Devlet’i tanıtmaya başlar. Böylece romandaki olay dizisi de başlamış olur.

Biz’in Evreni

D-503 bize bu devletin özelliklerini ve bu özelliklerin arkasında yatan felsefeyi zamana yayarak verse de biz bunları burada derli toplu anlatabiliriz.

Biz’in ana teması özgürlük ve mutluluk arasındaki çatışmadır. Tek Devlet’in felsefesine göre toplumun ulaşması gereken hedef mutluluk ve çalışma verimidir. Özgür irade kavramı burada mutluluğun antitezi olarak görülür. Demek ki, özgür irade yok edilmeli, “birey” ortadan kaldırılarak “biz”e ulaşılmalıdır. Böylece Tek Devlet bu iradeyi kırmak için zaman içinde bir takım önlemler almıştır. Örneğin, insanlar artık isim taşımazlar. İsim, bireyin kendisine bir vurgudur, bu sebeple yasaklanmıştır. Herkes harf ve sayı kombinasyonlarından oluşan bir kod kullanır. Bu kod da elbette bir örnek olan mavi-gri kıyafetlerinin üstünde altın rengi bir işaret olarak sürekli taşınır. Bu işaret boyunlarında olmayanlar artık sistemin de parçası değillerdir.

Panopticon iç modeli – Jenni Fagan

Tüm numaralar her hareketlerinin izlenebildiği cam dairelerden oluşan büyük bloklarda yaşar. Panopticon modelli cam daireler sisteme karşı suç işleyenlerin Koruyucular (Tek Devlet’in polis örgütü) tarafından yakalanmalarında işleri kolaylaştırıcıdır. Ayrıca, camdan bir dairede oturmak sürekli izleniyor olma psikolojisi yaşatacağından sayıların kendilerine otokontrol mekanizması kurmalarına da yardımcı olur. Bu dairelerde perde de vardır, fakat perde ancak Tek Devlet tarafından onaylanmış seks günlerinde örtülebilir. Bu perde kapatma olayı bireyin yok edilmesinin amaçlandığı toplumda eski bir ahlak anlayışını diri tuttuğu için bana kalırsa romanın zayıf noktalarından biridir.

“Seks günleri” dediğimiz kavramın çiftleşme ve çocuk doğurma ile ilgisi bulunmamaktadır. Çocuk doğurma tamamen kontrol altındadır ve annelik için yeterli fiziksel özelliklere sahip olmayan kadınların çocuk doğurması kesinlikle yasaktır (elbette burada erkeklerin fiziksel özellikleri ya da babalık için yetileri söz konusu edilmez). Tek Devlet kişinin cinsel dürtülerini yemek ve su gibi temel ihtiyaçlar olarak görür ve bunu karşılamayı da diğer ikisini karşıladığı gibi üstlenir. Herkes istediği birisi ile “kayıt olabilir” ve kayıt olduğu kişiyle devletin belirlediği günlerde seks yapabilir. Bu kayıt olma monogam da değildir, herkes zaman açısından olmasa da kişiler açısından birden fazla kişiyle kayıt olabilir. Devlet bu poligamiyi destekler; zira tek eşlilik aşk gibi (yine tamamen yasak olan) duyguları tetikleyebilir. Aşk, bir kişiye fazlasıyla bağlılığı içerdiğinden kişinin karşısındakinin bireyliğini yüceltmesine, hem onu, hem de kendi aşk duygusunun tatminini Tek Devlet’e karşı sahip olduğu ödevlerin önüne koymasına ve odağını “biz” kavramından karşısındaki “sen”e çevirmesine sebep olabilir.

Toplumdaki her birey aynı zaman çizelgesine göre yaşar. Herkes bir makine gibi aynı saatte kalkıp yemek yer ve işyerine gider. Yemek yemenin de haz ile ilgili bir yönü olduğundan ve bireysel yemek tercihleri bireyliği körükleyeceğinden herkes petrolden sentezlenen aynı yiyeceği yer. Bu devlette başka bir yiyecek yoktur. Aynı saatlerde çalışıp, aynı saatlerde kendileri için devlet tarafından seçilen kurslara katılan sayılar yine aynı saatlerde yataklarına girerler. Makine parçasının düzgün bir şekilde dinlenmesi o makine, yani Tek Devlet’e karşı bir ödevdir.

Frederick Winslow Taylor

Uykuyu düzgün almak gibi, sağlık açısından diğer önemli şeyler de devlet tarafından sayılara empoze edilmiştir. Tüm sayılar (ilginç bir şekilde) her gün saat 16:00 – 17:00 ile 21:00 – 22:00 arasında serbest zamana sahiptir. Çoğu (yapacak başka daha iyi işleri de olmadığından) öğleden sonraki saati yürümeye (o da tabi askeri disiplin içinde dörtlü sıralar halinde ve hoparlörlerden sürekli verilen Tek Devlet marşının ritmine uygun olarak), akşamki saati de sevişmeye ve kitap okumaya, ya da bir şeyler yazmaya ayırır. Sağlığı bozacak ve makine parçası olan sayıyı verimsizleştirecek sigara ve alkol gibi maddeler yasaktır (sanırım Zamyatin burada yüzyıllardır yasak olan maddelerin bu devlette nasıl bulunabileceğini çok düşünmemiş).

Tek Devlet üretimi ve yaşamı azami verime çıkarmak için bir bilimsel yönetim sistemi olarak Taylor Sistemi’ni benimsemiştir. 1909 yılında Frederick Winslow Taylor tarafından önerilen bu sistem tamamen işin verimini artırmaya odaklanıp işçiyi düşümediği için Zamyatin tarafından gelecekte uygulanması olası bir sistem olarak görülmüştür (Neyse ki bu tahmin gerçekleşmedi).

Tek Devlet ve Din

Biz’i okurken belki de yoğun olarak hissedilebilecek temalardan biri seküler dinin toplumdaki yeridir. Dinin, tüm temel felsefesini ve geçerlilik ölçütünü matematiğe ve bilimselliğie dayamış böyle bir toplumda varlığını sürdürüyor olması başta tuhaf gelir. Elbette bu varlığını sürdürmeden kasıt eski dinin kurumlarının yeni topluma yansıdığı anlamını taşımamaktadır. Bu kurumlar değişmiş, seküler bir hale dönüşmüş ve belli bir işlevi olan yapılara evrilmişlerdir.

Bu toplumda Velinimet’e (Benevolent) dua edilir. İçinde tanrı kelimesinin geçtiği antik ünlemelerde de bu sözcük artık Velinimet ile değiştirilmiştir (“Velinimet aşkına!” gibi). Velinimet ontolojik bir ilah olmamakla birlikte ilahlaştırılmış bir insandır. Burada Zamyatin çok açık bir şekilde lider kültünü temel almıştır. Kültleşmiş  liderler tarihte az çok her toplumda, o toplumun etrafında döndüğü birer merkez olmuş, “bir”liğin mayasını onlar vermiş, ölümleriyle de o toplumda açtıkları çağı sonlandırmışlardır. Yarattıkları değişimler ölümlerinden sonra bir müddet devam etse de, birliği sağlayacak merkez yokluğu bu toplumların dağılmasında veya en azından gerilemesinde etkili olmuştur.

Biz’deki Velinimet de toplumsal bir liderdir ve açık şekilde ilah mertebesine yükselmiştir. Seçimle iş başına gelse de, seçimler ancak semboliktir. Koruyucular ve suçluların cezalandırıldığı Velinimet’in makinesi gibi araçlar Tek Devlet’in ideolojik aygıtları olup, ipleri de onun elindedir.

Zamyatin Velinimet’i baz alırken elbette o dönemde hem kendi ülkesinde, hem de Avrupa’da yükselen totaliter yönetimleri ve onun farklı liderlerini baz almıştır. Bu dönemde kendi ülkesinde zaten Lenin başta bulunmaktadır. Her ne kadar Velinimet akla daha çok Stalin’i getirse de, bu ancak 1984’ün geriye dönük etkisi ile açıklanabilir; zira Biz’in yazıldığı dönemde Stalin henüz Kızıl Ordu’da askerdi (1984’te ise Velinimet Büyük Birader’e evrilmiştir ve doğrudan Stalin’i temsil eder).

Fakat, Bolşevikler işçi sınıfı iktidarıyla birlikte devrimin önderlerini mitleştirmeye çoktan başlamışlardı. Zamyatin belli ki, bilimsel tezlerle oluşturulacak bir toplumun lider sultasıyla birleştiğinde alacağı manzaradan ürkmüştü.

Tarihin Sonu

Velinimet ile özdeşleşen bu lider sorununa bir de tarihin sonu temasını eklemeliyiz. Kitabın benim en doyurucu bulduğum bölümlerinden birinde D-503 ile E-330 Tek Devlet ve sürekli devrim (ya da devrimlerin sürekliliği) üzerine felsefi bir tartışmaya girerler. Bu tartışmada D-503, tüm şartlanmalarının da etkisiyle, Tek Devlet’in kurulmasıyla sonuçlanan devrimin son devrim olduğunu savunur. Zira herkesin mutlu olduğu, mükemmel topluma ulaşılmıştır. E-330 da, çok zekice, ondan son sayının hangisi olduğunu söylemesini ister. D-503 bunun matematiksel olarak mümkün olmadığını söyleyince E-330 bunu devrimlerin de sonlu olamayacağı fikrini savunmak için kullanır. Ona göre devrimler sürekli olmalı, biri diğerini izlemeli, asla rahat edilmemelidir. Herhangi bir devrimin son devrim olduğu iddiasını çocukça bir garanti arayışı, huzur saplantısı olduğu iddiası ile eleştirir. Tek Devlet’i meydana getiren devrim için sözleri durumu özetlemektedir:

“Evet, haklılardı… binlerce kez haklılardı. Yalnız bir hata yaptılar: Sonradan kendilerinin nihai olduğuna inandılar… Oysa böyle bir şey yok… Kesinlikle yok!.. Doğada böyle bir şey yok. Onların hatası Galileo’nun hatasıydı: Dünyanın güneşin etrafında döndüğü konusunda haklıydı; ama bilmediği, tüm güneş sisteminin de başka bir merkez etrafında döndüğüydü… görece değil gerçek yörünge… kesinlikle naif bir daire değil…”

Bu tartışma bizi yine Ekim devrimine götürmektedir. Roman yazıldığında Ekim devriminin üzerinden daha üç sene geçmiş, o ana kadar da Rusya iç savaş ile boğuşmuştu. Bolşevikler bu dönemde devrimin kazanımlarını korumak adına bu “doğal” akışa izin vermiyor, kurumlarıyla kökleşip, muhalifleri pasifize ederek (her ne kadar Stalin’in büyük temizliği vahşetinde olmasa da) rejimi korumaya çalışıyorlardı. Elbette hreket içindeki herkesin aynı görüşü paylaştığını söylemek zor: özellikle anarşist cephe bunu beğenmiyordu. Zamyatin de bu muhaliflerden biriydi.

Komünistlerin bir kısmı için komünist devrim “tarihin sonu”nu getirecekti. Tarihi meydana getiren sınıflar arası çatışmalar ise, sınıfların tamamen ortadan kalktığı toplum da artık tarihin son noktasına ulaşmış, ebedi bir dengeyi kurmuş toplum olacaktı. Zamyatin bu anlayışın kolayca totaliterleşmeye yol açacağının bilincinde olduğundan, tarihin sonuna geldiği iddia edilen Tek Devlet’te bu işin varacağı noktayı göstermeye çalıştığı görülebilir. Zamyatin bu tarihin sonu temasını bambaşka bir açıdan da ele alacaktır…

Lilith

Herkesin mutluluğa ulaştığı, tarihin sonundaki Tek Devlet… Tüm ütopyaların altını çizdiği o dünya cenneti, Biz’de de öte dünyadaki cennetin bir yansıması ve tasviri olmaya çalışır. Fakaz Biz’de Tevrat’taki Genesis ve Talmud’daki Lilith efsanesi ile de derin bir analoji kurulmuştur.

Öyküye bir bakalım: Tek Devlet cennetinde yaşamakta olan ve bu cennetin mükemmeliğine inanmış bir erkek (Adem)… Adeta bir yılan gibi, incecik bir doktor (yılan kılığındaki şeytan) ve “S” kodlu Koruyucu (Samuel?) tarafından ayartılmış (ya da kendisi bizzat onları ayartmış), cinselliğinin farkına varmış, Yeşil Duvar’ın öte yakasına geçmiş (bilgelik ağacının meyvesini yemiş) bir kadın (Lilith)… Yeşil Duvar’ın delinmesi, dışarı çıkış ve orada vücudu tüylerle kaplanmış insansılarla münasebet (cennetten düşüş)…

Öykü bu analojiyle okunduğunda bariz bir şekilde cennetten kovulma temasıyla örtüşmektedir. Üstelik bunu daha sonra 1984 de yapacaktır (fakat orada kadının rolü çok daha küçüktür, basit bir aşk öyküsü olmaktan öteye geçmez. Üstelik onlar cenneti de terk edemezler.). Biz’de bu cennetten kovulma teması hem halihazırda düşmüş olmayı, hem de o cenneti yok edecek devrimci temayı birlikte içerir.

Elbette bir devrimi yapmak için öncelikle devrimci bir örgütlenme gerekir. Bu örgütle de Biz’de D-503’ün ilk defa Yeşil Duvar’ın dışına çıktığı bölümde tanışırız. E-330’un üstünde vazettiği kayada MEPHI ismiyle karşılaşırız. Bu ismin altında da kalbinin yerinde kor bir ateş taşıyan kanatlı, genç bir erkek çizimi vardır. Bu kişi elbette meşhur Mephistopheles, bir başka deyişle Alman folklorundaki şeytandır. Bu karakter Goethe’nin Faust’unda da yer alır ve kaya üzerindeki çizim de Eugene Delacroix’in Faust üstüne yaptığı bir taşbaskı çalışmasından esinlenilmiş gibi durmaktadır. Burada vurgulanan daha iyisini isteyenlerin, özellikle de D-503’ün, ruhlarını şeytana satmış olmalarıdır.

Mephistopheles Over Wittenberg – Eugene Delacroix

Şimdi, tam da burada E-330’a dönelim. Okuduğum Ayrıntı Yayınları çevirisinde bu karakter E-330 olarak kodlansa da orijinalinde I-330’dur. D-503 ile ilk karşılaşmalarından itibaren E-330’un yüz çizgilerinin belirgin bir tasviri ile başlarız: burun deliklerinden başlayıp dudaklarının kenarında biten, aşağı doğru iki çizgi ile kenarları yukarı kalkık kaşlarının oluşturduğu iki çizginin birleşiminden oluşan bir “X” işareti… Yüzündeki bu ifadeye D-503 tarafından romanın bir çok yerinde vurgu yapılmıştır ve bu tesadüfi değildir. “X” bir çok anlamı içinde barındıran bir semboldür: şeytan, cadılık, ölüm, zehir, gizem, matematikte “bilinmeyen”, tehlike, İsa’nın üstünde öldüğü haç, başka bir boyuta geçiş (transcendence, transmigration), vb. Örnekler daha da çoğaltılabilir. Bunların hepsi hem edebiyatta hem de popüler kültürde “X”in sembolize ettiği anlamlardır. Büyük bir ustalıkla E-330 bu anlamların hepsini üstünde taşır, bu da bu karakterin yaratılmasında Zamyatin’in dehasını göstermektedir. E-330 bir anlamda Lilith olup, hem D-503’ü de ayartan şeytan, hem de onun diğer bir boyuta, Yeşil Duvar’ın dışına, geçişini sağlayan “haç”tır. Cennette yasak olan her şeyi yapar; cinselliğini kullanır, üstüne yakışanı giyer (şaka yapmıyorum!), alkol ve sigara kullanır, aşığı çoktur. Bu “aşığının çok olması” ifadesi romanda aynen kullanılır ve yine Faust’a gönderme içerir: Mephistopheles Faust’a ilk defa Lilith’i gösterdiğinde onu şu şekilde uyarır:

Adem’in eşi, onun ilki. Ona dikkat et.
Güzelliğinin bir övüncü tehlikeli saçlarıdır.
Lilith onları genç erkeklere sıkıca sardığında
Gitmelerine kolayca izin vermez.”

Faust, Goethe
Lilith – Ernst Barlach

Beni E-330 konusunda en çok rahatsız eden noktalardan biri D-503 tarafından tecavüze uğraması sonrası kendisinden beklenecek tepkiyi göstermemiş olmasıdır. Bu olay elbette D-503’ün ruh halini, Tek Devlet’te yasaklanmış, ilkel ve hayvansal bir dürtü olan kıskançlık duygusunun etkisiyle ona zorla sahip olma isteğini, yani bir bakıma kıllı ellerinin duygusal izdüşümünü, erkek agresyonunu yansıtmak amacıyla kurgulanmıştır. Fakat Zamyatin iki karakterin dahil olduğu böyle bir olayda son derece güçlü ve baskın bir karakter olan E-330’un muhtemel tepkisini hesaba katmamıştır. Yine de, tüm tepkimin bu pasif davranışın benim E-330’dan duygusal beklentilerimle örtüşmemesinden kaynaklandığını da kabul etmek zorundayım.

Doğurganlık

Tabi E-330’dan bahsetmişken O-90’dan bahsetmeden geçmek olmaz. O-90, D-503 kayıtlı olduğu bir partneridir. D-503 onu sever, fakat bu sevgi cinsel istekten ibarettir. O-90 bize “yuvarlak” biri olarak tanıtılır. Tüm vücudu, kolları, yüzü ve dudakları kadınsı bir dairesellik içerir. Özellikle dudaklarına çok yerde vurgu yapılır. Dolayısıyla, kodunun “O” ile başlaması da semboliktir. Bu “O” karakteri yaygın olarak evrenselliği, birliği, aşkın bir bütünlük duygusunu sembolize etse de, işaret ettiği bir diğer kavram da doğurganlık ve rahimdir. Bu da tam olarak onun romandaki karakterini yansıtmaktadır. O-90 da D-503’e karşı aşk besler, doğurganlık içgüdüsüyle ondan hamile de kalmak ister ve kalır da. Elbette bu yasalara aykırıdır; Tek Devlet belli fiziksel özelliklere sahip olmayan kadınların doğurmasını yasaklamıştır. O-90 da yasaklı kadınlardan biridir. O-90 yine de sonuna kadar bebeğini korumaya gayret edecek, aşkı yüzünden E-330’a duyduğu kıskançlık ve gurur hislerini yenerek onu dışarı çıkarması için yardım etmesi maksadıyla D-503’ün yönlendirmesini kabul edecektir.

Zamyatin hamile bir kadının çocuğunu koruma güdüsünün Tek Devlet’in tüm şartlandırmalarını yıkıp geçeceği varsayımında bulunur. Burada çocuk doğurmanın bir insan hakkı olması okunabilir, fakat bana kalırsa bu hamilelik ve doğacak çocuk burada umut temasıyla ilişkilidir. Bir kadının Tek Devlet’e rağmen doğurmadaki, bireyselliğindeki kararlılığı, bu yapının yıkılması için verilen savaştaki ahlaki üstünlüğü temsil etmektedir.

D-503

Benzer kararlılığı ve gücü ise böyle bir kadınsı güce sahip olmayan D-503’te göremeyiz. Onun iç çatışmaları ve bir türlü net bir düşünceyi oturtamaması roman boyunca düşmeyen bir gerilim atmosferinin oluşmasına katkıda bulunur. Bu sadece sistemin bireyi şartlandırmasının gücüyle ilişkilendirirsek romandaki sayısız devrimciye haksızlık etmiş oluruz. Tüm bunların onun kişiliği ile de ilgisi vardır.

Romanın en başında bu devlette şiir diye bir şey olduğunu ama D-503’ün buna yeteneğinin olmadığını öğreniriz. En yakın arkadaşı, R-13, bir şairdir ve çok da gevezedir. D-503 onu da çoğu zaman anlayamaz. Duyguların ifadesinin çok tasvip edilmediği bir toplumda yetişmiş bir mühendis olan D-503 tamamen akılcı karakterinin de katkısıyla düşünce gücü açısından oldukça kısır bir haldedir; imgelemi hemen hemen yoktur. Bu sebeple henüz hayatında rüya dahi görmemiştir. Fakat sistemin şartlandırmasıyla ait olma hissi oldukça gelişmiştir, ve bu his onun her kafa karışıklığında tutunacağı bir dal işlevi görerek tekrar zihnen otoriteye teslim olmasını sağlayacaktır.

İşte üslup olarak Zamyatin’in bu romanda en iyi becerdiği şey de bana kalırsa D-503’ün düşünce sistematiği ile cümle kuruluşlarını birleştirmesinde yatmaktadır. Meşhur üç noktalara geliyoruz.

Daha ilk zihinsel çatışmadan itibaren, gittikçe artan bir sıklıkla, ta ki D-503’ün operasyonundan önce zirve yapana kadar, üç noktaların kullanımında artış görürüz. Bir çok okur yaptıkları yorumlarda bu tercih sebebiyle kitabı okuyamadığını, takip edemediği söylüyor. Bana göre bu oldukça haksız bir eleştiridir. Zira, Zamyatin D-503’ün ağzından anlattığı bu romanda onun düşünme tarzını hesaba katmak ve okuyucuya yansıtmak istemiştir. D-503 bugüne kadar matematiksel, rasyonel düşünme eyleminin dışına çıkamadığı için karşılaştığı, mücadele ettiği, irrasyonel diye etiketlediği her duygu ve içgüdüsünü anlatmakta zorlanmaktadır. Unutmayalım ki, o bu kayıtları gelecekteki kimlikleri meçhul okurları ile paylaşılması amacıyla tutmaktadır. Bu sebeple hissettiklerini yansıtmayı bilinçli olarak arzular. Fakat bu alandaki zayıflığı ona engel olur. Düşünceleri tanıyamaz, hisleri ifade edecek sözcükleri bulamaz, sırf bu sebeple başladığı düşünce eylemini çoğu yerde sonlandıramaz. Tüm bu üç noktaların kullanım sebebi budur, ve bana kalırsa son derece yerinde olmuştur. D-503’ün karmaşık duyguları, şairane olsun veya olmasın, net bir üslupla aktarabilmesi için onun bu duyguları tanıması, ona olan etkilerini değerlendirebilmesi gerekmektedir. Bu da yoğun bir bireylik bilinci gerektirir. Bunun olmadığı bir toplumda da böyle bir aktarımı beklemek hayalcilik olurdu. Hatta, bunun için Tek Devlet gibi bir distopik evrene gitmeye de gerek yok. Bizim içinde yaşadığımız toplumda duygularını ifade edebilen, değerlendirebilen, üstülerine tefekkür edebilen kaç kişi bulabilirsiniz? Bunları hakkıyla yapabilip bir de evrensel ölçekte aktarabilenleri “büyük sanatçı” etiketiyle göklere çıkarıyoruz.

Gözlerin Ardı

Neticede, her yeri camlarla ören, otokontrol ile insanların hareketlerini yönlendirmelerini amaçlayan, bireyi yok etmeyi ve bütünü ortaya çıkarmayı hedefleyen, makinenin idealleştirildiği, ideal insanın da ulaşabileceği en mükemmel noktanın bir makine parçası olması olduğu savını ortaya atan, tüm ahlak anlayışını da bu yaklaşımla bireysel olandan kurtarıp, “biz” üstüne kuran Tek Devlet henüz başarılı olamamıştır. Dolayısıyla Tek Devlet’in henüz tamamlanmamış bir distopya olduğunu söyleyebiliriz. Yüzyıllar geçmesine rağmen muhalefet yeraltında da kalsa canlı ve güçlü olmuştur. Giderek daha da güçlenmiş, iş Yeşil Duvar’ın yıkılması ve önce bir kargaşa, ardından da savaş başlatılması noktasına kadar gelinmiştir.

Tüm bunların sebebi ise insanın saydam olmamasıdır. Sistem davranışları ve konuşmaları gözleyebilmekte, fakat gözlerin arkasında kalan bölgede ne olduğunu bilememektedir. Hatta bu durum D-503 tarafından E-330’un gözlerinin içine baktığı bir sahnede düşündükleriyle okura aktarılır.

İşte o gözlerin ardında düş gücü vardır. Tüm insan irrasyonalliğinin arkasında yatan güç. Bu gücü ortadan kaldırmadan da muhalefetin olmadığı, herkesin rasyonel ve yüzeysel bir düşünce derinliği ile kendisini sisteme adadığı ve bundan da mutlu olduğu ideal dünya kurulamayacaktır. Elbette mevcut sistem de bunu bilmektedir, fakat o ana kadar çaresini de bulamamıştır.

En sonunda Tek Devlet’in bilimi düş gücünün beyindeki yerini saptar. O bölgenin basit bir ameliyatla alınması insanoğlunun tam teslimiyetini sağlayacaktır. Tek Devlet de vakit geçirmeden bunu uygulamaya koyar. Başlangıçta bu gönüllülük esasına dayanır. Zira o güne akdar ki eğilim insanların genel olarak itaati olduğundan herkesin gelip operasyonu yaptıracağı düşünülür. Bu olmayıp, bir de sokaklarda karışıklık başlayınca devlet artık kendini kurtarma refleksiyle bunu zorunlu tutar ve sokakata yakaladığını ameliyata alır. D-503 de bu şekilde yakalanır ve düş gücü yok edilir…

Umut

Zamyatin’in Biz’i asla karanlık bir noktada bitmez. 1984’ün sonunda Winston’un artık Büyük Birader’i sevmesi sistemin zaferidir; sistemden kaçış yoktur. Winston gibi vatandaşların çaresizliği ve yenilgiyi kabullenişleri ile kazanılan bir zafer… D-503 ise her ne kadar kaybetmiş olsa da, bu kendi seçimi dışında olmuştur. Romanın kahramanı olarak kaybetmiştir, fakat bu sistemin zaferine işaret etmez. Zamyatin önündeki Sovyetler örneğini görmüş, fakat işlerin nereye gideceğini bilemediğinden burayı ucu açık bırakmıştır. Hala sınırda bir yerlerde çatışmalar devam etmektedir…